Anne rahmindeki yolculuğumuzun birkaç ayı sonrasından başlayarak çekirdek ailemiz ve çevreyle olan etkileşim neticesinde yeni yaşam alanımız - ve daha çok da kendimiz - hakkında bir imaj inşa ediyoruz.
İnşa ettiğimiz bu imaj, zamanla kendi varlığımızın teminatı olarak yaşam algımız ve kurgumuzda daha da anlamlanıyor ve hayatımız boyu kendimizden veya çevremizden gelen yeni kimlik ve ihtiyaç tanımları biraz daha kırılgan bir hal alıyor. Bir başka deyişle ‘daha doğmadan şekillenmeye başlayan o imaja yapılan en ufak bir eleştirel yaklaşım bizim hayatımıza yani kimliğimize yapılan bir tehdit gibi algılanmaya başlanıyor iç dünyamızda’.
Sonra birilerinin sözlerini ya da davranışlarını bu imajı tehdit eden ‘saldırılar’ şeklinde değerlendirip 'inciniyoruz', 'kaygılanıp', korunma güdüsüyle malzemeler toplamaya başlıyoruz. Adeta bir ‘nefsi müdafaa’ hazırlığı yapar gibi hissediyoruz bunu yaparken de. Öyle ya ‘kimliğimize dair en önemli kalelerden birisi sarsılmak riskiyle yüz yüze ve biz de onu korumak zorundayız: İMAJIMIZI’.
Birileriyle çeşitli sebeplerle anlaşmazlığa düşebiliriz. Bunun arkasında 'yanlış anlamalar, anlaşmazlıklar veya çatışan menfaatler' olabilir. Çatışmaya hangisinin sebep olduğu kısmen önemli olsa da esas konu ‘olup bitenle ilgili algılarımızın ürünü tanımlamalarımız ve bahsi geçen imajımız için bu tanımlamaların muhataplarının ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğudur.
Bazen birileri bize kızabilir…
Ya da biz birilerine kızmışızdır.
Haklı haksız tartışmalarına hiç girmeden değerlendirdiğimizde, her iki durumda da tarafların nöro/biyo-kimyalarında bir etkileşim olmuştur. Stres hormonu normal düzeyin üstüne çıkmış ve yaşanan biyo-kimyasal/nöro-kimyasal deneyim 'yüzümüze, ses tonumuza, beden dilimize' ve bunların tümünü harekete geçirecek 'duygu-düşünce-davranış sürecine' etki etmiştir.
Veya birileri bize hakaret etmiş olabilir…
Ya da adaletsizliğe uğramışlık hissi bizi olumsuz etkisi altına almış olabilir.
Her ne olursa olsun, aslında ‘olay olmuş ve bitmiştir’.
İşte bu olup biten her ne ise, artık şimdiki zamandan başka bir zamana ve mekâna aittir. Bizim onunla ilgili hissettiklerimiz dışında şimdiye aktarılan bir şey yoktur yani...
Bu hakikate rağmen başta anlattığımız imajımızın sarsılması korkusuyla - çoğu korku ürünü olan - çeşitli davranış eğilimleri geliştirir ve yaşanan olumsuz deneyimi ve ona eşlik eden yine korkularımızın ürünü duygu titreşimlerini içimizde tutar, böylece onları nereye ve hangi zaman gidersek, o farklı zaman ve mekanlara taşırız.
Taşıdıklarımız olayların kendisinden ziyade, onların gerçekleştiği zaman ve mekandaki duygu-düşünce kodlarımız yani algı haritalarımızdır. Bir başka deyişle hissettiklerimizi taşırız başka zamanlara ve mekanlara...
Sorunlarımızın çoğunun asıl kaynağı da bu sağlıksız ‘güvenlik’ tutumumuz ya da daha doğru adıyla ‘paranoyamızdır’.
Bu anlamda her incinme, ‘korkularımızın farklı titreşim hallerini ve katmanlarını temsil ediyor’ diyebiliriz.
İncinmelerimizle ilgili olarak ‘bizim ilkel haliyle muhafaza etmeyi tercih ettiğimiz benliğimizin hasarlı katmanlarıdır’ da demek mümkündür.
Ve bu hasarlar ve onlara bilinçli tutunma eğilimimiz başkalarına değil, bizzat kendimize aittir.
Onları ait oldukları zamandan ve mekândan alıp içimizde, zihnimizde ve kalbimizde taşıyarak, bambaşka zaman ve mekan titreşimlerinde var etmeye, canlı tutmaya çalışan, böylece mevcut duruma eskinin parçalı titreşimlerini getirerek anlamsız gerginliklere tutunmakta tercihinde bulunan, buna da ‘güvenlik’ diyen, bizden başkası değildir.
Peki nasıl rahatlayacağız?
O bizi paramparça eden, mevcut zamana ait güzelliklerin tadına, huzur ve mutluluğuna varmaktan bizi alıkoyan ‘incinmişlikten’ nasıl kurtulacağız?
Bilinçdışımız bu gerginliklere tutunanın ve içimizde yaşatanın kendimiz olduğunu iyi bildiğinden, fakat önceliği 'kendi imajını ve kimliğini korumak' fiiline verdiğinden ve yaşanan olumsuzluğun faturasını - çoğu zaman olduğu gibi - kendimize değil başkalarına kesmeye meyilli olduğundan, önce failin biz olduğunu kabul edeceğiz. Yani ‘yüzleşeceğiz’...
Tabi bu yüzleşme cesaret isteyecek.
Onun yerine ‘incinmelerimizi başkalarına fatura etmek kolay yolunu' seçersek, anlamak, affetmek ve arzu ettiğimiz huzur hali hayal olacak, çünkü gerçek muhatabımız olan kendimize kıyamayarak, ‘tam da kaçıp durduğumuz şeyi’ yapmaya devam ediyoruz: ‘dikkatimizi başkalarına, başka mekân ve zamanlara çeviriyoruz’. Bu korku temelli sağlıksız tercihimiz ise bizi bambaşka bir meydan okumayla yüz yüze bırakıyor: ‘BİLİŞSEL ÇELİŞKİ*’…
(*Bilişsel Çelişki: ‘İlk kez bundan 60 yıl kadar önce L. Festinger tarafından ortaya atılmış olan bu yaklaşıma göre insanlar davranışlarını ve düşüncelerini geçmiş deneyimlerine ve değerlerine göre belirlerler. Bu değerler, insanların inançları, kabul edilmiş tutum ve davranışları ya da ihtiyaçlarıyla tanımlanabilirler.
İşte zamanla kendiliğinden veya çevresel faktörler nedeniyle edindiğimiz tüm bu değerler kararlarımıza, dolayısıyla da kişiliğimize yön verebilir. Böylece insan, zaman içerisinde birçok değere sahip olabilir. Bu değerler bir inanç sistemi ya da düşünce akımına dahil olma, siyasi bir partiyi destekleme ya da bir spor kulübünün taraftarı olma gibi genel bir toplumsal konu olabileceği gibi, daha özel konularda da olabilir. İnsan zamanla bu değerlerle çatışan bazı durumlarla karşı karşıya kalabilir ve önceki inanç ve değerlendirmeleriyle çelişki yaşamaya başlar. Bu durumda kendisiyle ve değerleriyle çatışmak istemeyen insan, iç güvenliğini muhafaza etmek adına, kendisini mevcut çatışmadan uzak tutup eski inançlarını haklı çıkaracak düşüncelere sarılma tercihinde bulunur.
Bir başka deyişle kişi, karşılaştığı çatışmalardan kaçmak ve haklılığını (yani alıştığı güvenlik tanımını) sürdürmek adına eski değerlerinin doğruluğu konusunda kendisini ikna etmek yolunu seçer. Ancak bilinçli zihnin bu manevralarını gayet yakından izleyen bilinçdışı, kişiyi iç sesiyle rahatsız etmeye, gerçekle çelişen tercihlerini çeşitli yöntemlerle hatırlatmaya başlar. Bu durum insanın anlamlandıramadığı gerginlikler şeklinde kendisini gösterebilir ve kişi, kendi benlik/kimlik imajını sarsan hususun yine kendisine ait eski tercih ve tanımlamalarıyla alakalı olduğunu görmezden gelse de zihninin bir yerinde bu hakikat sapasağlam varlığını devam ettirir.’
Bilinçdışının sık sık yaptığı hatırlatmalardan kaynaklanan titreşimsel veya iç konuşmalar şeklindeki bilişsel çelişki göndermeleri ile başa çıkmak her geçen gün daha da zor gelmeye başlar. Bu içsel çatışma kişinin dikkatini dağıtacak, algısını bulandıracak bir hal almaya başladığında kişi bazı alışkanlıklara veya davranış kalıplarına sarılarak kendisini rahatlatma yollarını arar.)
İnsan kendisinden ne kadar kaçabilir ki?
Kulağımızı kapatsak kendimizi duymaya, gözlerimizi kapatsak zihnimizde görseller üretip anlamlandırmaya devam edeceğiz, öyle değil mi?
Hatta başka mekanlara gitmeyi de denesek, zihnimizi kendimizle taşıyor olduğumuz hakikatiyle yüzleşmekten kurtulma şansımız olmayacak…
Kutsal mekanlara giderek,
Kitaplar okuyarak,
Sürekli kendisiyle çelişen bilincimizden,
Yani incinmelerimizden kurtulmamız mümkün mü sizce?
Kendimizi bilmemiz çok önemli...
Zihnimizde inşa ettiğimiz imaja ya da birilerinin hakkımızda var ettikleri imajlara rağmen,
gerçek kendimizi bilmemiz çok önemli...
Bunu nasıl mı yapacağız?
Kendimizi gözlemleyeceğiz.
Kendimizi dinleyeceğiz.
Kendimizin dışına çıkarak
Tarafsızlığın en olası titreşiminde yaşayarak
Kimliğimizle
Öz-benliğimizle tanışma cesaretini göstereceğiz.
Farkındalığa ulaşmak için herhangi bir kitaba
Veya rehbere ihtiyacımız yok...
Esas olan bütüncül sağlığımıza sahip çıkmaktır.
Çünkü o sayede biyolojik ve nörolojik anlamda daha dayanıklı olacağız
Ve kale duvarlarımızı esnek ama güçlü,
Görünmez kapılarımızı da güvenli ama anlayışlı dokularla inşa edebileceğiz…
‘Cehaletle savaşmak’ gerekliliğini bir çığırtkanlık misyonu şeklinde ifade edenlere bir bakın...
Bu insanlar kendilerini, kimliklerini, imajlarının neyi temsil ettiklerini ne kadar biliyorlar acaba?
‘Cehalet, ancak kendimizin bilinmemesi halidir,’ öyle değil mi?
Ve 'dikkatlerin dışarıda tutulması bilinçli uygulamalarıyla' bu farkındalıktan her geçen gün uzaklaşan bir insanlık var…
Hep 'bir şeylerle mücadele etmek' ve böylece 'meşgul kalmak'…
ve bilişsel çelişkilerin birbiri ardına hayatını tehdit ve kör ettiği gerçek kendisiyle ilgilenmemek için ard-arda bahaneler uydurup, kendi üretimi olan bu bahanelere sımsıkı sarılan insanlar var her yanımızda…
Öyle yapıyorlar çünkü en zor olan şeylerden biri kişinin bilinçli 'farkındalık deklarasyonudur':
‘Bu vesileyle kendime dönmek, kendim olmak niyetimi sizlere açıklıyorum’…
İçimizde bu ve benzeri ifadeleri ne kadar tekrar edersek edelim,
Kendimizi kandırmak konusunda, kendi güvenliğimiz adına bahaneler ve gerekçeler uydurma konusunda uzman olan biz insanlar, her seferinde yenilediğimiz maskelerle hakikatlerden kaçabiliriz,
Ancak dışarıya yaptığımız deklarasyonlar bizi çelişkilerimizle daha fazla yüzleştirmeye başlar…
Kaçış yok…
Kaldırın o kalkanlarınızı,
Çıkarın o zırhlarınızı
Ve yüzleşin kendinizle…
Tüm dünya karanlığın içine gömüldüğünde
Sadece kendinizle kalacaksınız.
Tüm dünya sizi bir odada bırakıp gittiğinde
Sadece kendinizle oraya ne götürdüyseniz
Onunla baş-başa kalacaksınız...
Işık arayan kendi kalbine dönsün...
İlaç arayan kendi kalbine çevirsin zihinlerini...
Bunu yaparken de bütüncül sağlığına iyi baksın
Ki beyin, beden ve ruh sağlığı da niyetlerine destek olsun.
Aydınlığı dışarıda arayanlar
Zor zamanlarda önce o dışarıdakilerini kıracaklar,
O kırılmış insanlar da bizim imajlarımıza saldırarak bizi incitmeye devam edecekler
Ve buna gerekçe olarak ‘doğal’ insan güdülerini öne sürecekler.
Bizim için öteki olanlar var ya,
Biz de o birilerinin ötekileri olarak yaşamaya devam edeceğiz…
Ya da kendimize dönecek,
O içinde korkuyla yaşadığımız camdan şatolarımızın bizim kendi üretimimiz olan ‘imajlarımız’ olduğunu kabul edeceğiz.
Onunla yüzleşecek,
Gerekli düzeltme, dönüştürme ve iyileştirme adımlarını atacağız.
Bu daha güzel, daha sağlıklı, daha mutluluk ve huzur verici…
Sevgi ve saygılarımla, Murat Kaplan