Ustamla ‘sorun’, ‘dert', ‘mesele’ (ya da 'problem') sözcükleri üzerine bir sohbetimiz olmuştu yıllar önce.
Bana şöyle demişti:
“Murat, çoğu insanın kendisini perişan ettiği, geceleri uykusuz kalıp çözümler aradığı sorunlarını hakikatle incelediğimizde gerçekte hiç var olmadıklarını görürüz. Yani ortada ne sorun vardır ne de sıkıntı. Var olan tek şey ‘kişilerin o olay hakkındaki duyguları ve düşünceleridir’.
Her tür sorun ‘kişinin sosyal olarak mevcudiyetini koruma altına alan varlık tanımlarının yarattığı, duygu ve düşüncelerinin de beslediği sanal oluşumlardan ibaret’."
Ustam yüzümdeki soru soran çocuk ifadesini görünce sözlerine devam etti:
“Yani şunu demek istiyorum: ‘Bir sorunu var eden ve algıdaki ciddiyet düzeyini belirleyen şey kişinin o konuyla ilgili duygu, düşünce ve varsayımlarıdır.’
Çin evren biliminde bu konuyla ilgili güzel bir söz vardır:
‘İnsan gözlerini açıp bu dünyayla tanışmadan önce onun için ne vardı dünyada? Hiç bir şey. Yani kişi var olana kadar onun için hiç bir şey yoktu mevcut evrende.’
Bir kişi herhangi bir yere gidip o yerin fiziksel ve sosyal değerleriyle karşılaşana kadar, o kişi için o yer gerçekte yoktur; en azından henüz var olmamıştır.
O ana kadar o yerle ilgili kişideki her türlü düşünce ve bilgi birilerine aittir. O yüzden de orası o kişi için hakikate mevcut değildir. Bu nedenle de orayla ilgili ne derseniz deyin tam olarak bir mana ifade etmez. Kişi sadece kendisine ulaşan verileri işleyerek anlamaya çalışır, hayal eder…
Hatırlıyor musun sana daha önce şöyle demiştim:
‘Dikkatin neredeyse zihnin de oradadır’.
Biz yönümüzü bir nesne ya da kişiye dönene ve onu görene kadar (sesini duysak ya da onunla ilgili bilgiler okusak da) o nesne ya da kişi bizim için yoktur…
Her varlık bizim dikkat alanımıza girmesiyle var oluverir...
Aynen bu sözlerde ifade edildiği gibi, kişi bir konuyla yüzleşip onu fiilen (ya da zihnen) görene - yani dikkatini ona verene - kadar o konu o kişi için gerçek anlamda var olamaz.
Kişi için artık var olan bir konu, onun ilk temas anındaki duygu düşünceleriyle ve ruh haliyle doğrudan ilişkili olarak renklenir, kimliklenir, mana bulur.
Eğer yaşanan durum bir ilki ifade ediyorsa, o deneyim sırasında maruz kalınan her türlü duygu ve düşünce eklentileri yaşanan o olay ve ilerideki benzerleri için bir referans haline gelir."
“Öyleyse," dedim, “insanların çoğu karşılaştıkları olaylar hakkındaki duygu ve düşüncelerinin etkisi altında yaptıkları yorum ve yargılar nedeniyle, sizin bana daha önce anlattığınız Ch’an düşüncesinin temelini oluşturan ’neyse odur, nasılsa öyledir’ yaklaşımının dışına çıkan bu tutum yüzünden mi ıstırap içindeler Usta?
Yani insanlık bir konuyu olduğu gibi algılamak yerine, onunla ilgili duygularını, düşüncelerini etkin pozisyona koyuyor ve o duygu ve düşüncelerin etkisiyle davranışlar sergiliyorlar; bunu mu demek istiyorsunuz?"
“Evet, tam da bunu demek istiyorum. İnsanların büyük çoğunluğu ‘çözümsüz' diye niteledikleri konuları, onlarla ilgili duygu ve düşünce eklentileriyle ‘sorun’ haline kendileri getirdikleri ve yine kendilerinin nitelendirdikleri şekliyle‘çözülmezlik, zorluk ya da çok önemli’ tanımlamalarını da en baştan var ettikleri için başlangıç niyetlerinde ‘çözülemez ön algısını’ güçlü temellerle zihinlerine yerleştiriyorlar.
Neticede ‘bu sorun çok önemli' ya da ‘bu mesele çözümsüz’derken, orijinal niyetlerini bu olumsuz tespitlere sabitleyerek, her türlü çözüm teklifine kayıtsız kalıyorlar.
Sorun psikolojisinin neden bu denli büyütüldüğünü şimdi daha iyi anlıyorsun değil mi?
Herhangi bir konuda ‘bu sorun çözülemez’, ’sıkıntı büyük' diyen insanlar kesinlikle haklılar, çünkü ön duygusal tanımlarla o ‘sorun' dedikleri konunun ‘çözümsüzlüğüne ilk önce kendileri iman etmiş ve zihinlerini zehirlemiş oluyorlar. Böyle bir durumda hangi çözümü kabul edebilirler ki?"
Ustamın bu sözlerini hatırladıkça Vatan toprakları üzerinde oynanan kirli oyunların bir türlü çözümlenememesinin nedenlerini daha iyi anlıyorum dostlar…
’Sorun’u var eden kişilerin zaten otomatik olarak ‘çözümsüzlük anlaşmalarına imza attıkları’ bir ortamda nasıl bir çözümden bahsedebiliriz ki?
Bu durumda sorunu yaratan kişiler ‘çözümsüzlüğe' ve bundan kaynaklanacak ‘ilgi ve alakaya' karşı bir bağımlılık geliştiriyorlar (‘sorun olmazsa ilgi de kaybolacak’ duygusal yanılsaması gibi) ve sonralarında da içinde rahat ettikleri bu mevcut sağlıksız hali ‘varlıklarını besleyen, devamlılıklarını garantileyen kirli bir mekanizma’ haline getiriyorlar.
Bir konunun ‘sorun’ olarak algılanıp o şekilde tanımlandığı andan itibaren, onun ‘çözümlenme niyeti’ de kendisini var edenlerin orijinal niyetleriyle doğrudan alakalı bir biçimde hareket ediyor ve daha en baştan sonuç bildirgelerine ıslak imzalarını atıyorlar.
'Kişinin niyeti varacağı son noktanın da tohumudur’ derler savaş sanatları düşünce sisteminde dostlar.
Niyeti ‘sorun’ olanın, ‘niyetinde çözüm olmayanın’ varacağı yer de gayet tabi çözümsüzlük olacaktır.
Öyleyse toplum olarak 'algı reflekslerimize sahip çıkmamız ve berrak zihinlerle, temiz yüreklerle hayata geçirilen yaşama becerileriyle donanmamız gerekli' dostlar.
Bunun için de herhangi bir konuyu belli sıfatlarla tanımlamadan önce - özellikle de olumsuz sıfatlar olan ‘sorun, dert, mesele, problem’ sözcükleriyle eşleştirmeden önce - dikkatli ve hassas davranıp daha sağlıklı bireyler ve daha sağlıklı ve yaşanılabilir bir dünya için güzel niyetlerle geleceği inşa etmeliyiz.
"Birilerinin anısı olmak için ve içine doğduğumuz rüyamızdan uyanmak için buradayız.
Niyetlerin temiz, uyanışların da tez olması dileğiyle."
Sevgi ve saygıyla, Kaplan