Bir dostum şu soruyu sormuş: ‘İnsan tek başına mutlu olabilir mi?’
Kesinlikle evet.
Çünkü mutluluk, dışarıda değil içeride başlar.
Çünkü mutluluk, başkalarıyla değil, kişinin kendisiyle ilgilidir.
Tek başına mutlu olmayı başaramayan ya da bilmeyen birisi, hiç kimse ve hiçbir şeyle de sürdürülebilir bir mutluluk yaşayamaz.
Mutlu olmak için birilerine ya da bir şeylere ihtiyaç duyan kişi, evinden ve ilahi titreşimlerden çok uzaklaşmıştır.
Bu uzaklaşma nedeniyle de dikkati kendi içinde değil, dışarıdadır.
Ve bu yüzden çok belirgin şekilde başkalarıyla ilgilenir, dikkat çeker derecede de ilahi kelamlardan bahseder.
Oysa kendi başında mutlu olan kişilerin dikkatleri kendilerindendir ve güvensizliklerini ilahi kelamlarda değil, o kelamların öğütlediği şekilde yaşamakta bulurlar.
Şimdi bu düşüncelerimin arkasında yatan bilimsel dayanaklarımın sadece birini psikoloji bilimi ışığında yazayım:
İnsanın bilinçli zihniyle bilinçaltı arasındaki uyum düzeyi, o kişinin ne kadar mutlu, huzurlu ve sağlıklı olduğuyla da dışarıdan bakan birisi tarafından gözlemlenebilir.
Bu anlamda ‘mutlu, huzurlu ve sağlıklı bireylerin bilinçli zihnileriyle bilinçaltları arasında bir uyum düzeyi yakalanmıştır’ denebilir.
Yani bu kişilerin bilinçaltları ile bilinçli zihinleri arasındaki tanımlamalar, referanslar ve inançlar, uçurumlarla birbirlerinden ayrı değillerdir. Öyle olduğunda, önce güvenlik kaybı tetikleyicileri kaygı ve korkuya dönüşür. Sonrasında ise, bu durum süreklilik arz ettiğinde kalıcı gerginlik, şüpheci ve hiçbir şeyi beğenmeyen ve sürekli şikayet eden bir ‘kişilik’ ortaya çıkar. (Ve ortaya çıkan kişilik, yüz okuma analizlerinde göze ilk çarpan detaylardan birisidir.)
Peki neden böyle olur?
Çünkü,
Bilinçaltımız, bilinçli zihnilerimizden yaklaşık 30BİN kat daha güçlüdür.
Bilinçli zihinle eşzamanlı olarak, arka planda sessizce çalışan bilinçaltımız, bilinçli zihnin yaptığı işlemin yaklaşık 200BİN katını yapabilmektedir.
Bilinçaltlarımız burada sıralamadığımız birçok diğer sebeple bilinçli zihnimizin dile getirdiği birçok uyumsuz ifadeyi çok seri bir şekilde yakalar ve kendisindeki referanslarla örtüşmeyen bu ifadelerin gerçeği yansıtmadığı titreşimini kişiye gönderir.
Psikoloji biliminde buna ‘bilişsel çelişki kuramı’ denir ve biz blog yazılarımızda ya da sosyal medya paylaşımlarımızda arar ara bu kurama dair paylaşımları yapıyor, bir farkındalık oluşturma niyetimizi eyleme dönüştürüyoruz.
Bu bilişsel çelişkilerin nelere sebep olabileceğiyle ilgili basit bir örnek verelim:
Harvard Üniversitesi araştırmacılarından birisi, yalan söylemenin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini incelemiş ve küçük, büyük, beyaz, pembe, söylenen her tür yalanın ilk önce onu söyleyen kişinin bilinçaltı tarafından yakalandığını, bunun da kendi içinde bir ‘bilişsel çelişkiye’ neden olduğunu ifade etmiş.
Kişinin kendisine olan güvenini zedeleyen en etkili durumlardan birisi olarak bu çelişkiye dikkat çeken bilim insanı, huzursuzluk, mutsuzluk ve onlarla bağlantılı olarak da bazı hastalıkların, bahsi geçen bilişsel çelişki göstergesi olarak değerlendirilebileceğini söylemiş.
Kısacası, kişi tutarlı değilse, yani sözlerinde çokça yalan, abartı ya da dedikodu gibi kirlere yer veriyorsa, sözleri ile davranışları ya da gerçek inançları eşleşmiyorsa, yüz ifadeleri ile iç dünyası bir uyum içinde hareket etmiyorlarsa mutsuz olacaktır!
Ve bu şekilde kendi mutsuzluğunun da mimarı olarak kimseyi suçlamaması gerektiği bilgisine ulaşan bilinçaltı, kişinin mutsuzluğuna kendisi dışında sebepleri gösterdiğinde, onunla hemfikir olmayarak bir başka bilişsel çelişkiyi daha yakalayacak ve mevcut mutsuzluk döngüsü güçlenerek her seferinde daha mutsuz bir kişi var edecektir.
Yani sevgili dostlar, kişi kendi mutluluğunun da mutsuzluğunun da tek sebebidir!
Net!
Sevgi ve saygılarımla, Murat Kaplan