Ön Not: Bu yazımız daha geniş bir bilimsel makalenin sadeleştirilmiş halidir. Yazının daha rahat anlaşılabilmesi için sadeleştirme sırasında birtakım ekleme ve çıkartmalar yapılmıştır. Makalenin tamamını bir link olarak yakın bir zamanda İngilizce ve Türkçe olarak sizlerle de paylaşacağız.
Çağımızın ‘Evcil’ Görünümlü ‘Yabani’ İnsanları
Tolstoy’un şu dizeleri çok anlamlıdır:
“Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder de kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez.”
Tanıdık tanımadık, birileriyle kısa da olsa bir iletişime girsek, duyduğumuz ortak iddia ya da şikâyet ‘insanlığın kötüye gidiyor olması’ değil midir?
Her nedense bu sohbetlerde kimse kendisini ‘kötüye giden bu insanlık grubuna’ dahil etmez. Sanki o kötüye gittikleri iddia edilen insanlık başka gezegenden gelen bambaşka bir türdür. Ve tespiti yapan ‘ilahi’ insanlar nasıl oluyorsa bu türün dışındadırlar.
Öyle ya, onların tek görevi ‘olumsuzu tespittir’.
Ve her tespitte ‘diğer insanlarla’ karşılaştırıldıklarında kendilerinin ne kadar akıllı, ne denli zeki olduklarını ‘bir kez daha’ ispat etmektedirler.
Fakat hepimiz şunu gayet iyi biliyoruz ki ‘üzerinde yaşanabilecek daha iyi bir dünya istiyorsak’ sürekli olumsuzluk tespiti ve bunun türlü türlü çığırtkanlıklarını yapmak yerine, öncelikle ‘her birimizin ciddi niyet ve kararlılıkla – birer birey olarak – kendimize dönmesi ve/ya toparlanması gerekmektedir’.
Olumsuzluk tespiti, ardından getirilen ‘çözüm önerileri’ ve gerçek anlamda ‘olumlu dönüşüme niyet’ koşuluyla fevkalade yerinde bir harekettir.
Bu amaç ve çerçevede yapıldığı sürece gelişimin ve/ya dönüşümün arkasındaki itici güçlerden bir tanesidir olumsuzluğun tespiti olabilir.
Amacın ‘üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek’ olduğu olumsuz niyetli tespitlerde ise durum bambaşka bir boyutta ilerlemektedir…
Azımsanmayacak derecede sayılara ulaşan bu rahatsız edici kalabalık ‘olumsuzlukların tespiti’ göreviyle yanıp tutuşurken, ‘çevrelerindeki insanları – özellikle de gençleri – bencillik, tembellik, dikkatsizlik, nezaketsizlik ve hatta narsisizmle suçluyorlar’.
Belki haklılar, belki değiller…
Buna karar verecek makam bizler değiliz.
Bizim niyetimiz haklı-haksız tespitinden ziyade, mevcut tespitlerdeki olumsuzlukların arka planını incelemek ve bazı çözüm önerileri sunmak olacak.
Bunu yaparken aşağıdaki önermeyi temel alacağız…
“Bahsi geçen ‘olumsuz duygu-düşünceler etkisiyle yaşayan’ insanların hemen hepsi de mutsuz ve de sağlıksız, çünkü hayatlarında ‘varlıklarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları’ çok temel bir parça eksik.”
Araştırmalar bahsi geçen eksik parçanın varlık nedenini çeşitli sebeplere bağlıyor. Bu sebepleri yazımızda 4 ana başlık altında inceleyeceğiz:
1. HATALI ANNE-BABALIK STRATEJİLERİ:
Stratejisözcüğü ‘önceden belirlenen bir amaca ulaşmak için takip edilen yolların ve uygulanan yöntemlerin tümü’ şeklinde tanımlanıyor.
Konu ‘çocuk yetiştirme’ olduğunda, her bir çocuğun kendi başına özel bir yapıya sahip bireyler olduğu hakikatinden yola çıkarsak, ‘önceden belirlenen bir amaca ulaşmak için takip edilen yolların ve uygulanan yöntemlerin’, uygulanan türlü ‘stratejilere’ rağmen, pek de işe yaramadığını, ya da ciddi sapmalarla hedeflenen noktalar yerine bambaşka yerlere ulaşıldığını kabul ederek başlamak gerekiyor.
Bu ön kabulle yola çıktığımızda, yazı dizimiz boyunca uğrayacağımız dinlenme noktalarımızın daha az can acıtacağına inanıyorum.
Birer Stratejist Olarak Anne Baba:
Çocuklarına karşı duyulan sevgiyi göstermenin yaygın yollarından birisi olarak onları ‘kusursuz, harika, herkesten başka, çok özel, en akıllı, en güzel ya da yakışıklı, prenses ya da prens’ gibi sıfatlarla yetiştiren bir anne-babalık yaklaşımıyla karşı karşıyayız.
Hemen her isteklerine hızlı şekilde ulaşan ve hayatın geri kalan kısmında da aynı kolaylık ve hızı bekleyen, bu olmadığında da hayal kırıklıklarıyla yaşamı şaşkınlık, öfke ve çaresizlikle sorgulayan bir çocukluk modelinin ürünleri olan nesillerle yüz yüzeyiz.
Araştırmamızın neticesinde karşımıza çıkan duruma maddeler halinde ve özetle şöyle bir bakalım:
· Asıl amacı çocukların bazı becerilerini geliştirmek olan ödevlerin neredeyse tamamını anne/baba/akraba ya da bakıcılar, etüt merkezlerindeki stajyerler ya da görevli öğretmenler yapıyor;
· Çocuklar her zorlandıklarında ‘zoru’ ve/ya ‘zorluğu’, ya da – her ne demekse – ‘imkansızı’ tanımlayan anne babalarla karşı karşıyayız. Yapılan bu her ‘zor’ tanımı, çocukların araştırmacı ve girişimci ruhlarına ket vuran bir ‘görünmez ve aşılmaz sınır çizgileri’ halinde bilinçaltlarına kaydolmaktadır, anne babalar bunun farkında değillerdir;
· Bu görünmez sınır çizgileri zaman içerisinde geleceğin yetişkinleri olan çocuklarımızı ‘öğrenilmiş çaresizlik’ dediğimiz bir kısır döngüye mahkûm ediyor, fark etmiyoruz;
· Bir de sürekli olarak övgülerle ‘gerçek dışı sıfatların üzerlerine yapıştırıldığı’ çocuklarımız yapay bir başarı havuzunda debelenip dururken bu durum hem anne babaları hem de çocukları ‘başarı bağımlılığı’ gibi çok ciddi bir sorunla da yüz yüze bırakıyor. Bu tutumun sonrasında çocuklarımızın başarının – kendilerinin gayet iyi bildikleri – mevcut yetersiz gayret ve çalışmalarıyla risk altında veya olanaksız olduğunu görerek ‘başarısız olup şu an sahip olduğum övgü, sevgi, güven ve rahatı kaybetmektense, kendi bilinçli seçimimle falanca girişimden çekiliyorum’ gibi davranışlara itildiğini görüyoruz;
· Bu türden anne-babalar, çocuklarına ‘kimsenin vermediği sevgiyi, ilgiyi ve imkânı’ verdikleri iddiasında bulunurken, onların varlıklarını sınavlardan aldıkları notlarla ya da farklı akademik başarı göstergeleriyle onaylayan tavırlar sergiliyorlar;
· Çoğu anne-baba bunu reddetme eğilimleri gösterseler de, araştırmalar gösteriyor ki ödül-ceza gibi ilkel bir yöntemle ‘falanca filanca şartlara’ bağlanan sevgi, değer verme veya aksi durumlarda da cezalandırma gibi kendilerince ‘muhteşem’ bir eğitim sisteminin ‘çok başarılı uygulayıcıları’ olarak bir kenara not düşülüyor;
· Çocuklarımızın gerçek beceri ve yeteneklerini fark etmek yerine, kendimize ait beklenti, hayal ve planları gerçekleştirmek üzere tasarlanmış bir anne-babalık stratejisinin ürünlerini hepimiz ‘üzülerek’ gözlemliyoruz;
· Yine başarısızlığın herhangi bir türüne tahammülsüz anne-babaların yetiştirdiği ‘başarı bağımlısı’, ‘hırsından ağlayan’ ve/ya ‘başarı için neredeyse her türlü tavır ve tutumu kabul edilebilir gören’ nesiller yetiştiriyoruz;
· Çocukken kendilerinin yapamadıklarını çocuklarının yapmaları ‘farzını’ gerçekleştirme heveslisi anne-babaların yetiştirdikleri nesillerle karşı karşıyayız;
İşte bu ve benzeri şekilde büyüyen nesiller bir gün gelip de gerçek dünyayla karşılaştıklarında kendilerinin öyle çok da anne-babalarının ifade ettikleri gibi özel çocuklar veya insanlar olmadıklarını fark ediyorlar…
Fark ediyor ve yıkılıyorlar…
O güne kadar her istediklerinin olduğu bir dünyada yaşarken, artık ayakları takılıp düştüklerinde kendi başlarına kalkmaları gerektiğini anlıyor ve belki de nasıl kalkıldığını bilememenin verdiği çaresizlikle oracıkta yığılıp kalıyor ve bütün bu başarısızlığın suçunu atmak için farklı hedefler belirliyorlar.
Her düşüş ve başarısızlığın ardından ‘çocukluklarından bu yana anne-babalarının kendileri hakkında çizdikleri o güzel resimlerin’ gerçeği yansıtmadığını görüp hayal kırıklığı yaşayan bu nesiller ‘bencil, saldırgan, kibirli, sahte, duygusal iniş çıkışları bolca, başarı ya da kazanç için her türlü ahlaksızlığı ve ihlali mubah gören, insan ilişkilerinde çıkarcı ve sağlıksız stratejiler uygulayıp sıkça yalnız kalan, maddi ve fiziksel değerlere iç dünyasını feda eden, tembel, rahatına düşkün, kolay kazancı normal görüp değerlendiren, birlikte yaşama becerilerinden yoksun, kıskanç, kendisine tapma derecesinde düşkün, kendisine güvenmeyen, yaşam kaygısı üst düzeylerde’ kimlikler ve davranışlar geliştiriyorlar.
Tam da bu noktada içine düştükleri mutsuzluğun sarstığı nesiller, gerçek dünyayla karşılaşana kadar yalan da olsa içinde olmaktan mutlu olduklarını sandıkları dünyaya geri dönmek isteyerek içine düştükleri ve hiç memnun olmadıkları ‘bu yeni gerçekliğin reddini’ bir seçenek olarak önlerinde görüyor ve hiç tereddüt etmeden o yönde bir karar alarak büyümeyi, gelişmeyi, dönüşmeyi ve olgunlaşmayı – bir diğer ifadeyle ‘her şeyiyle deneyimledikleri gerçek yaşamın sorumluluklarını üstlenmeyi’ – reddediyorlar.
Peki ne yapmalıyız?
Öncelikli olarak kadim uygarlıkların bizlere miras olarak bıraktıkları bilgide de ifade edildiği üzere şunu kabul etmeliyiz:
‘Çocuklarımız bizim malımız, mülkümüz ve istediğimiz gibi şekillendireceğimiz çömlek hamurları değildir!’
İkinci olarak bir başka hakikati aklımızda tutmalı ve ebeveynlik becerilerimizi o hakikatin ışığında geliştirmeliyiz:
‘İnsanlar sizin ayak izlerinizi, tavsiyelerinizden daha çabuk takip eder.’
Yazımızın birinci bölümünü değerli hocamız Doğan Cüceloğlu’nun ilk iki hatırlatmamızı destekler içerikli şu sözleriyle bitirmek istiyorum:
‘Etkili insan inandığı ilke ve değerlerini yaşamında davranışlarına yansıtabilen insandır.’
Yani sevgili dostlar, dikkatlerimizi öncelikli olarak kendimize yöneltir ve gerekli olumlu dönüşümleri kendimizde gereçekleştirebilirsek, en doğru stratejiyi hayata geçirmiş olacağız. Çünkü çocuklarımız, tavsiyelerimizden çok bizim ayak izlerimizi takip edeceklerdir.
4 bölümden oluşan yazımızın ikinci bölümünde buluşmak dileğiyle.
Murat Kaplan